Zeynep ODABAŞI'na tekrar en içten teşekkürlerimle.
Yıllar evvel küçük bir kızken gittiğim yuvanın beni en çok baştan çıkaran özelliği bizlere bale dersi veriyor olmalarıydı. Öyle ki tek başıma yatırıldığım zorunlu öğle uykularını bile bale için görmezden gelebilirdim. Ufacıktım tefeciktim, kafamda minnacık bir topuz ve ayağımda pisipisilerle topuklarımı kafama değdiriyordum. Yaş 4 olsa gerek, en büyük hayalim balerin olmak artık. Başka hiçbir amacım olamaz, bayılıyorum, hastasıyım bu sanatın.
Elbette öyle tırişkadan değildi tüm o dersler, danslar; gösteri yapacak, sahneye çıkacaktık. Olmadı. Bazı nedenlerden ötürü benim bir süre yuvadan ayrı kalmam gerekti. Geri döndüğümde herkesin dilinde sadece nasıl sahneye çıktıkları, nasıl dans ettikleri, kostümleri, heyecanları, mutlulukları vardı. Bana ise sadece onları dinlemek kalmıştı.
Sonra ilkokula başlandı, derken sınıf atlandı, yaş oldu 6-7, ben hâlâ balerin olma sevdasındayım. Sabah akşam, Ayşegül Bale Yapıyor'a bakıp bakıp çalışıyorum kendimce. Üçüncü sınıfa geçerken kendimi Bodrum'da buldum. Artık burada yaşayacakmışız. Nasıl yani? Öyle. Ama...
Bodrum'a ilk bale okulu kurulduğunda ben 13 yaşındaydım, memleketin havasından suyundan benim soluk tenliliğim ve sıskalığım yerini pembiş toparlak bir şeye bırakmıştı. Yani iş işten geçmişti artık, ben de içimde oturmuş hayalimin kırık parçalarıyla kalakalmıştım. Sonra büyüdüm, ortaokul lise derken baleden olabildiğince uzak durdum çünkü arada bir denk gelirsem, ufacık bir şeyde bile sinirlerim bozuluyor ve ağlıyordum (aslında şu an bile gözlerim dolmuyor değil). Sonra bir gün denk geldi babam beni (nerde olduğunu hatırla yaz) Red Giselle'e götürdü, ne muhteşem bir gösteriydi o öyle. Ben yine kendimi tutamayıp ağladım. Posterini alıp dolabıma asmıştım, gel zaman git zaman darken zavallı posterin kenarları maket bıçaklarının ağır tacizlerine maruz kaldı. Bir şeylerden öç almak istediğim barizdi de keşke bu o poster olmasaydı. Dokusu hâlâ parmaklarımın ucunda… kokusu da.
Öğretmenimin küçük kızı baleye başladı, onun gösterisine gittik, Del Hatun yine salya sümük oldu. Bilmem neye gittik, gözler yine iki çeşme. Bale izlemek, bale hakkında konuşmak artık bir işkenceye dönüştü. Korkunçtu, biri "bale" deyince korkuyordum artık.
Babam Barbaros'a gitmek için çağırdı. Çok istiyordum gidecektim tam masamdan kalkmaya yeltendin ki korktum. Sonra aklımdan bir sürü şey geçti. Bunların bazıları saçmaladığım, bazıları bu kadar zayıf karakterli olmadığım ve bazıları da kendimi böylesi muhteşem ve keyif verici etkinliklerden mahrum bırakacak kadar aptal olup olmadığımla alakalı idi. Birkaçı da bana pis bir tembelden başka bir şey olmadığımı bağırıp çağırdı.
O gece Barbaros'a gidemedim. Sonrasındaki birkaç gösteriye daha ama cesaretimi toplayıp Bodrum 8. Bale Festivali'ne (aslında ortasına) doğru attım adımımı en sonunda. Othello'yu izledim. Klasik bale değildi, farklıydı ve "modern" bile denemeyecek kadar bambaşkaydı. Othello'yu sadece kitaplardan ve filmlerden bilen biri olarak gelecek her sahnenin, her dansın diğerine nasıl bağlanacağını konuyu nasıl anlatacaklarını merakla ve her adımlarını zevkle izleyerek seyrettim. Gecenin sonunda izlemeye o kadar kaptırmıştım ki kendimi, ağlayıp ağlamadığımı hatırlamıyorum bile ama sanırım ağlamadım. İki gün sonra aynı sahnede Zorba the Greek vardı. Yunanlı yazar Nikos Kazancakis'in 1946'da ilk kez yayımlanan romanından uyarlamaydı. Ayrıca bu kitabın müzikal ve sinema uyarlamaları da bulunuyormuş. Zorba'yı canlandıran Irek Mukhamedov; Rudolf Nureyev ve Mikhail Baryshnikov gibi balenin ve dansın güçlü erkek isimlerinden biri. Mukhamedov'u gördüm, Nureyev için pek şansım yok ama umarım bir gün Baryshnikov'u görme şansım olur.
Devam edelim, Zorba the Greek bale ile Sirtaki'nin harmanlandığı bir gösteriydi. Temposu pek de düşük değildi anlayacağınız. Hikâye aşk, toplum dışlaması, ölüm ve yeniden hayata bağlanma gibi konuları işliyordu. Son perde de bittiğinde hepimiz alkışlamaya başladık, ayağa kalktık devam ediyoruz. Onlarda bir bir sahneye çıkıl selamlıyorlar, sonra ufak bir bakışma kaş göz işareti oldu sanki sahnenin esas adamları arasında ve birden kendimizi bis izlerken bulduk. Tüm salon tempo tutup alkışlarken ikinci bis geldi, üçüncü, dördüncü derken biz alkışlamaktan tempo tutmaktan yorulduk onlar Sirtaki'den bisden yorulmadı. Basamaklardan inerken babama İstanbul'a gideceğim" dedim. Bale bir yana, korsanlarla ilgili sağı solu kurcalayıp okumaktan, izlemekten hoşnutken Barbaros'u kaçırmış olmak… büyük kabahat. Bunun üzerine babam beni Zeynep Odabaşı ile tanıştırdı o da bana İstanbul gösterimi için bilet ayarlama sözü verdi. Eve doğru yol alırken gözlerim dolmuştu yine ama derinlerde bir yerde küçük bir kızın kahkahaları kulaklarımda çınlıyordu.
İstanbul'a gelindi, günlerden Cumartesi oldu. Bir koluma Demlik'i bir koluma Özgür'ü taktım. Taksim'de hiç bilmediğimiz bir otobüse binip bilinmeze doğru yol aldık. Ne sağımızı görüyoruz ne solumuzu, neredeyiz hiç bilmiyoruz. Sonra şoför amca sağ olsun bizi bir durak ileride bıraktı, böyle bir grup indi otobüsten hep beraber yürümeye başlandı. Orası mı şurası mı burası mı derken Haliç Kültür Merkezi bulundu ve gösteriyi izlemek için koltuklara yerleşildi.
Kaptan-ı Derya Barbaros Hayrettin Paşa'nın hayatını ve Akdeniz'de 16. yüzyıl Türk Akıncılığını anlatan, bale ve çağdaş dans ile harmanlamakla kalmamış sanatın birçok dalından kendine pay çıkarmış buram buram deniz, sanat ve tarih kokan bir gösteriydi bu birazdan izleyeceğimiz. Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü ile İstanbul 2010 Avrupa Başkenti Ajansı tarafından hazırlanmış ortak bir projeydi. Üstelik Barbaros'u sahneye koyan ekip Bodrum'daki Bale Festival Komitesinde de yer alıyorlardı. İzleyiciler için olan oturma alanının sağlaştırma çalışmalarına dâhil olan babamdan şaşkınlıkla duyduğuma göre balerinlerden ve baletlerden "ben başrolüm, baletim, balerinim, hıh" nidası duyulmaksızın birçok ayak işine koşturup festivalin eksiksiz gerçekleşmesi için canla başla çalışmışlar. Hatta kendileriyle tanışma şansını yakaladığımda sağa sola koşturmaya devam ediyorlardı. Tabii benim de -babam gibi- onların sahneye çıkan ekip olduğunu algılamam vakit aldı.
Haliç Kültür Merkezi'ne dönecek olursak, heyecanla beklemekteyiz. Kitapçığı yalayıp yutma aşamasındayken etraf karardı. Önce sesler girdi, müzik, sonra sahne hareketlendi. Reisler bir birlerini selamladı dans ederek, bir birleriyle dans ettiler. Rüzgârlar esti, korsan oldular, düşmanları peydah oldu, esir düştü Reisler. Derken kaya kızı geldi, denizkızları geldi ve günbatımından çalınmış kızıl saçlarını savurup balık ağlarından işlenmiş giysileriyle Hızır Reis'i (Barbaros Hayrettin Paşa, Arkın Zirek), Oruç Reis'i (Ejder Keskin) ve kardeşlerini, dostlarını kurtardılar. Analar, aşklar, evlilikler yaşandı. Andrea Dorya (Hakan Odabaşı) attı adımını sahneye ve savaşlar koptu, ölümler bir birini izledi, zaferler kazanıldı. Yakamozlar, yosunlar, yunuslar, kayalar, kum; dansçıların parmak uçlarında, kıvrımlarında hayat buldular.
Tüm salon deniz koktu, kum koktu; saçlarımız denizin dalgalarıyla ıslandı, ayak bileklerimizde kumdan hal hallar kaldı, rüzgâr esip hafifçe üşütürken sahnede dans eden her beden yaz güneşi gibi sıcacık uzandı üzerimize, bizi bizden aldı, hayran bıraktı, unutulmaz bir gece yaşattı.
Barbaros sadece öyküsüyle ve çağdaş koreografisiyle değil, aynı zamanda kostüm ve sahne tasarımlarından, yönetmenliğini Mercan Dede'nin yaptığı müziklerine, deniz kenarında ve İstanbul'un bağrında çekilmiş kamera görüntülerindeki kurguyla da dinleyerek izlenmeyi fazlasıyla hak eden, iz bırakan bir yapımdı.
Not: K.O.G.'u da gördüm festivalde! Fırsat bulunca çizeceğim >.<