Bir gezme, tozma ve etkinlik blogusu.

18 Ekim 2010 Pazartesi

Bir Bale Macerası

Del'in Sandık Dergi'nin 4. sayısı için klavyeden tuşladığı (?!) 8. Bodrum Bale Festivali ve (çoğunlukla) Barbaros hakkındaki yazısı;
Zeynep ODABAŞI'na tekrar en içten teşekkürlerimle.


Yıllar evvel küçük bir kızken gittiğim yuvanın beni en çok baştan çıkaran özelliği bizlere bale dersi veriyor olmalarıydı. Öyle ki tek başıma yatırıldığım zorunlu öğle uykularını bile bale için görmezden gelebilirdim. Ufacıktım tefeciktim, kafamda minnacık bir topuz ve ayağımda pisipisilerle topuklarımı kafama değdiriyordum. Yaş 4 olsa gerek, en büyük hayalim balerin olmak artık. Başka hiçbir amacım olamaz, bayılıyorum, hastasıyım bu sanatın.

Elbette öyle tırişkadan değildi tüm o dersler, danslar; gösteri yapacak, sahneye çıkacaktık. Olmadı. Bazı nedenlerden ötürü benim bir süre yuvadan ayrı kalmam gerekti. Geri döndüğümde herkesin dilinde sadece nasıl sahneye çıktıkları, nasıl dans ettikleri, kostümleri, heyecanları, mutlulukları vardı. Bana ise sadece onları dinlemek kalmıştı.

Sonra ilkokula başlandı, derken sınıf atlandı, yaş oldu 6-7, ben hâlâ balerin olma sevdasındayım. Sabah akşam, Ayşegül Bale Yapıyor'a bakıp bakıp çalışıyorum kendimce. Üçüncü sınıfa geçerken kendimi Bodrum'da buldum. Artık burada yaşayacakmışız. Nasıl yani? Öyle. Ama...

Bodrum'a ilk bale okulu kurulduğunda ben 13 yaşındaydım, memleketin havasından suyundan benim soluk tenliliğim ve sıskalığım yerini pembiş toparlak bir şeye bırakmıştı. Yani iş işten geçmişti artık, ben de içimde oturmuş hayalimin kırık parçalarıyla kalakalmıştım. Sonra büyüdüm, ortaokul lise derken baleden olabildiğince uzak durdum çünkü arada bir denk gelirsem, ufacık bir şeyde bile sinirlerim bozuluyor ve ağlıyordum (aslında şu an bile gözlerim dolmuyor değil). Sonra bir gün denk geldi babam beni (nerde olduğunu hatırla yaz) Red Giselle'e götürdü, ne muhteşem bir gösteriydi o öyle. Ben yine kendimi tutamayıp ağladım. Posterini alıp dolabıma asmıştım, gel zaman git zaman darken zavallı posterin kenarları maket bıçaklarının ağır tacizlerine maruz kaldı. Bir şeylerden öç almak istediğim barizdi de keşke bu o poster olmasaydı. Dokusu hâlâ parmaklarımın ucunda… kokusu da.

Öğretmenimin küçük kızı baleye başladı, onun gösterisine gittik, Del Hatun yine salya sümük oldu. Bilmem neye gittik, gözler yine iki çeşme. Bale izlemek, bale hakkında konuşmak artık bir işkenceye dönüştü. Korkunçtu, biri "bale" deyince korkuyordum artık.

Babam Barbaros'a gitmek için çağırdı. Çok istiyordum gidecektim tam masamdan kalkmaya yeltendin ki korktum. Sonra aklımdan bir sürü şey geçti. Bunların bazıları saçmaladığım, bazıları bu kadar zayıf karakterli olmadığım ve bazıları da kendimi böylesi muhteşem ve keyif verici etkinliklerden mahrum bırakacak kadar aptal olup olmadığımla alakalı idi. Birkaçı da bana pis bir tembelden başka bir şey olmadığımı bağırıp çağırdı.

O gece Barbaros'a gidemedim. Sonrasındaki birkaç gösteriye daha ama cesaretimi toplayıp Bodrum 8. Bale Festivali'ne (aslında ortasına) doğru attım adımımı en sonunda. Othello'yu izledim. Klasik bale değildi, farklıydı ve "modern" bile denemeyecek kadar bambaşkaydı. Othello'yu sadece kitaplardan ve filmlerden bilen biri olarak gelecek her sahnenin, her dansın diğerine nasıl bağlanacağını konuyu nasıl anlatacaklarını merakla ve her adımlarını zevkle izleyerek seyrettim. Gecenin sonunda izlemeye o kadar kaptırmıştım ki kendimi, ağlayıp ağlamadığımı hatırlamıyorum bile ama sanırım ağlamadım. İki gün sonra aynı sahnede Zorba the Greek vardı. Yunanlı yazar Nikos Kazancakis'in 1946'da ilk kez yayımlanan romanından uyarlamaydı. Ayrıca bu kitabın müzikal ve sinema uyarlamaları da bulunuyormuş. Zorba'yı canlandıran Irek Mukhamedov; Rudolf Nureyev ve Mikhail Baryshnikov gibi balenin ve dansın güçlü erkek isimlerinden biri. Mukhamedov'u gördüm, Nureyev için pek şansım yok ama umarım bir gün Baryshnikov'u görme şansım olur.

Devam edelim, Zorba the Greek bale ile Sirtaki'nin harmanlandığı bir gösteriydi. Temposu pek de düşük değildi anlayacağınız. Hikâye aşk, toplum dışlaması, ölüm ve yeniden hayata bağlanma gibi konuları işliyordu. Son perde de bittiğinde hepimiz alkışlamaya başladık, ayağa kalktık devam ediyoruz. Onlarda bir bir sahneye çıkıl selamlıyorlar, sonra ufak bir bakışma kaş göz işareti oldu sanki sahnenin esas adamları arasında ve birden kendimizi bis izlerken bulduk. Tüm salon tempo tutup alkışlarken ikinci bis geldi, üçüncü, dördüncü derken biz alkışlamaktan tempo tutmaktan yorulduk onlar Sirtaki'den bisden yorulmadı. Basamaklardan inerken babama İstanbul'a gideceğim" dedim. Bale bir yana, korsanlarla ilgili sağı solu kurcalayıp okumaktan, izlemekten hoşnutken Barbaros'u kaçırmış olmak… büyük kabahat. Bunun üzerine babam beni Zeynep Odabaşı ile tanıştırdı o da bana İstanbul gösterimi için bilet ayarlama sözü verdi. Eve doğru yol alırken gözlerim dolmuştu yine ama derinlerde bir yerde küçük bir kızın kahkahaları kulaklarımda çınlıyordu.


İstanbul'a gelindi, günlerden Cumartesi oldu. Bir koluma Demlik'i bir koluma Özgür'ü taktım. Taksim'de hiç bilmediğimiz bir otobüse binip bilinmeze doğru yol aldık. Ne sağımızı görüyoruz ne solumuzu, neredeyiz hiç bilmiyoruz. Sonra şoför amca sağ olsun bizi bir durak ileride bıraktı, böyle bir grup indi otobüsten hep beraber yürümeye başlandı. Orası mı şurası mı burası mı derken Haliç Kültür Merkezi bulundu ve gösteriyi izlemek için koltuklara yerleşildi.

Kaptan-ı Derya Barbaros Hayrettin Paşa'nın hayatını ve Akdeniz'de 16. yüzyıl Türk Akıncılığını anlatan, bale ve çağdaş dans ile harmanlamakla kalmamış sanatın birçok dalından kendine pay çıkarmış buram buram deniz, sanat ve tarih kokan bir gösteriydi bu birazdan izleyeceğimiz. Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü ile İstanbul 2010 Avrupa Başkenti Ajansı tarafından hazırlanmış ortak bir projeydi. Üstelik Barbaros'u sahneye koyan ekip Bodrum'daki Bale Festival Komitesinde de yer alıyorlardı. İzleyiciler için olan oturma alanının sağlaştırma çalışmalarına dâhil olan babamdan şaşkınlıkla duyduğuma göre balerinlerden ve baletlerden "ben başrolüm, baletim, balerinim, hıh" nidası duyulmaksızın birçok ayak işine koşturup festivalin eksiksiz gerçekleşmesi için canla başla çalışmışlar. Hatta kendileriyle tanışma şansını yakaladığımda sağa sola koşturmaya devam ediyorlardı. Tabii benim de -babam gibi- onların sahneye çıkan ekip olduğunu algılamam vakit aldı.

Haliç Kültür Merkezi'ne dönecek olursak, heyecanla beklemekteyiz. Kitapçığı yalayıp yutma aşamasındayken etraf karardı. Önce sesler girdi, müzik, sonra sahne hareketlendi. Reisler bir birlerini selamladı dans ederek, bir birleriyle dans ettiler. Rüzgârlar esti, korsan oldular, düşmanları peydah oldu, esir düştü Reisler. Derken kaya kızı geldi, denizkızları geldi ve günbatımından çalınmış kızıl saçlarını savurup balık ağlarından işlenmiş giysileriyle Hızır Reis'i (Barbaros Hayrettin Paşa, Arkın Zirek), Oruç Reis'i (Ejder Keskin) ve kardeşlerini, dostlarını kurtardılar. Analar, aşklar, evlilikler yaşandı. Andrea Dorya (Hakan Odabaşı) attı adımını sahneye ve savaşlar koptu, ölümler bir birini izledi, zaferler kazanıldı. Yakamozlar, yosunlar, yunuslar, kayalar, kum; dansçıların parmak uçlarında, kıvrımlarında hayat buldular.

Tüm salon deniz koktu, kum koktu; saçlarımız denizin dalgalarıyla ıslandı, ayak bileklerimizde kumdan hal hallar kaldı, rüzgâr esip hafifçe üşütürken sahnede dans eden her beden yaz güneşi gibi sıcacık uzandı üzerimize, bizi bizden aldı, hayran bıraktı, unutulmaz bir gece yaşattı.

Barbaros sadece öyküsüyle ve çağdaş koreografisiyle değil, aynı zamanda kostüm ve sahne tasarımlarından, yönetmenliğini Mercan Dede'nin yaptığı müziklerine, deniz kenarında ve İstanbul'un bağrında çekilmiş kamera görüntülerindeki kurguyla da dinleyerek izlenmeyi fazlasıyla hak eden, iz bırakan bir yapımdı.


Not: K.O.G.'u da gördüm festivalde! Fırsat bulunca çizeceğim >.<

15 Ekim 2010 Cuma

K.O.G. Sandık Dergi'de!


Bir birinden başka maceralara koşan K.O.G. çok yakında Sandık Dergi'de,
Dergi Halkı ve Okuyucularının başlarına musallat olma yolunda!

9 Ekim 2010 Cumartesi

Bir Gugıl Arama Advençırı! - Wiccan Emo Turkey.

Rose korkuyla bakakalmış;

Hani tamamen 31 Ekim yayını için şarkı aranırken yaptığım geyik bir aramaydı... Böyle bir sonuç çıkacağını bilseydim cesaret bile etmezdim!! OMG WTF!!!


Del ne diyeceğini bilememiş;

wtfuckshutupmyhollygeekish?!!?!


4 Ekim 2010 Pazartesi

Dı Advençırs of K.O.G. - 2 ve 3



Rose bir şeyler demiş;
Dedim ya K.O.G. beni yurtdışı macerasında da rahat bırakmadı diye? Budapeşte ve Viyana'da karşıma çıkmaya çalışıp beceremeyen K.O.G.'a sevgilerimi iletiyorum buradan =)

(Sziget'e gelemeyen K.O.G. dışarıdan bize bağırırken. Betty benim ablam bu arada <3>- Rose)

(Viyana'da Karlskirsche'deyken birileri bir şey bağırdı ama... Omg KUTSAL K.O.G.!! - Rose)

( Bunları hep ben çizdim ki. - Rose )

1 Ekim 2010 Cuma

Yurtdışı Üçlemesi - dı Tur Advençır! [Budapeşte- Viyana-Prag]

Rose almış sazı eline;

Daha önce milyon yerde bağırındım "Bu yaz Budapeşte Viyana Prag gezisine gidiyorum!rumrumrum!" diye. Gittim geldim, sonra bir sürü daha gezdim, ancak kafamı toparlayıp gözden geçirebildim tatili. Ahan da hem tatilde yaptıklarım, yapılması gerekenler ve tur seçerken dikkat edilmesi gerekenler;

- Tur şirketleri wğwe birden fazla yere gidecekseniz, oteller konusunda biraz belirsiz olabilirler. Size "Tüm oteller merkezde!" demiş olabilirler ama sadece 1 otelin merkezde, diğerlerinin dağ başıda çıkması olası; dikkatli olun.
- Genelde sadece yol ve yarım günlük şöyle bir otobüs içinde şehir turu tura dahil. Yemeğe gitmek, eğlence ve etkinliklere katılmak gibi şeyler ekstra turlar olmakla birlikte oldukça pahalı. Onun yerine kendiniz araştırıp giderseniz, daha ucuza geleceğini söyleyebilirim [taksi ile gitseniz bile!]
- Tur, gezi, bilet, otel ayarlarken internetteki sitelere bakın derim. Pek çok site var uçak, uçak+otel, uçak+otel+kiralık araba şeklinde acayip ucuza fiyatlar veren.

Gelelim şehirlere!

Budapeşte!

Sadece 2 gece, 3 gün kaldık. Otelimiz merkezde Zara Otel'di ve muhteşemdi. Ufak da olsa bi havuzu vardı tepede, saunası bilmemnesi vardı, kahvaltıları kocamandu falan. Oldukça iyiydi otel yani. İlk gece babamın geceler boyu araştırıp yaptığı listedeki ilk yere gittik; Barkatakomb (veya Borkatakomb emin değilim). Kendisi teeeee uzaklarda bir yer. Bildiğiniz bağ evi gibi, kocaman fıçıların içinde masalar var, canlı müzik var (çingene müziği gibi, kıyafetler falan da öyle). Önceden masa ayırtmakta fayda var çünkü genelde turlar geliyor ve çok kalabalık oluyor.

Yemek konusu açılmışken; Budapeşte - Viyana - Prag yolculuğumuz sırasınca yediğimiz tüm yemeklerin tek kişilik porsiyonu, normal bir insanın yiyebileceğinin iki katı kadar. Hani, biz bir tabak yemeği 2 kişi yediğimiz halde doygunluktan çatlar kıvamda oluyorduk, sipariş verirken ona göre vermenizi tavsiye ederim. Böylelikle hem daha ucuza gelir hem de tadı damağınızda kalır yemeklerin.

Barkatakomb'daki güzel canlı müzikli yemeğimizden sonra, gidiş dönüşümüz taksi ile olduğu halde turda ödeyeceğimizin aşağı yukarı yarısını ödemiş olarak çıktık. Taksi demişken; gezi boyunca gözlemlediğimiz şey bizim ülkedeki gibi vızır vızır geçen taksilerin olmadığıydı. Eğer ihtiyacınız olursa ancak durağı arayarak çağırabiliyorsunuz.

Ertesi gün raylı taşıma araçlarını kullanarak Estergom'a gittik. Oradaki bazilikanın 410 basamak merdivenini çıkarak güzel bir manzara ile karşılaştık. Böyle, Assassin's Creed'de Eagle Eye yerleri var ya, şehri tarıyorsun böyle, aynı onun gibiydi. Dinlendik bolca aşağı indik. Annem satıcı bir teyzeyle kanka olmuştu, birer tesbih aldık, Ave Maria çekmeyi öğrendik. Kehkeh, komikti. Ardından Vişegrad'a yollandık. Orada Rönesans restoran var, tavsiyedir. Gerek servis, gerek mekan, gerekse orada deneyip komik fotoğraflar çekebileceğiniz kostümler ile orada yemek yenmeli! Ayrıca yiyecekler çok leziz, size Orta Çağ menüsünden şeyler sunuyorlar. Bize Türkçe menü getirdiler, garson en azından menüyü Türkçe sayabiliyordu ^^ Oldukça hoş detaylar.

Gecesinde banliyö trenine atlayıp Sziget Festivali'ne yollandık. Ölmeden önce gidilmesi gereken 1000 şeyden biri olarak adlandırılan bir festivalmiş bu. Bizim Budapeşte'ye vardığımız gece Iron Maiden varmış ancak bizim gittiğimiz gece Muse konseri vardı (ki bizim asıl gitme sebebimiz oydu). Bir de gece yarısından sonra Timo Maas. Sziget Festival alanı kocaman bir yarımada. Nehrin ortasında, aslında ada ama değil. Anladınız siz. Etrafınızı açık hissetmenize yol açacak büyüklükte çadırlar vardı parti yapılan içinde ve çok fazlaydılar. Düşünebileceğiniz her müzik türü için, her ülke için, her şey için vardı böyle çadırlar. Hepsinde farklı şeyler vardı tabi. Çok fazla yiyecek standı vardı ve her damağa uygun şey vardı. Onun dışında bol bol çıplak ve sevişgen genç vardı. Kötü alışkanlıklar ne yazık ki gırlaydı.

Konser güzel, ortam eğlenceliydi.

Ertesi sabah Viyanaya gittik. Gündüzünde otobüsle şehir turu yaptık.i Hatta yolda Bratislava'ya uğradık, orada gezindik biraz. Ciciydi. Viyana'da yağmur yağmaya başladı [o ana kadar hava hep güneşliydi ve güneş varken o kadar da serin geliyordu hava]. Otelimiz biraz şehir dışında olmasına rağmen ciciydi. Dinlenceden sonra şehre inip yemek yiyeceğimiz yere gittik bolca gezerek.

Viyana hakkında söyleyebileceğim şey, sokaklarının çok şenlikli olduğu. Bence gezdiğim 3 şehir arasında Viyana en cici olandı. Ne bileyim, daha sıcak geldi. Sokaklarında sürekli sokak sanatçıları var güzel kostümlü. Fotoğraf çekindim bir kaçıyla ^^ Çok steam-punk bir çift vardı hatta, onu koyabilirim buraya. Ayrıca Viyana'da büfelerdekiler falan çoğunlukla Türk. Orada benetton'un mu ne önünde bir büfeden içi peynirli hot dog yedik (özel bir adı vardı unuttum... frankfurten'in peynirli olanı), büfedekiler Türkdü. Yolda kaybolunca önce ingilizce konuştuğumuz, sonra aramızda Türkçe konuşunca 'Türk müsünüz?' diye soran tonla insan vardı. Neyse konu dağıldı.

O gece yemek yediğimiz yer Figilmüller. Ya da öyle bir şey. Şinitzelleriyle ünlü. Bir şinitzel aşağı yuları 3 kişiyi doyuracak büyüklükte (biz 2 parça söyleyip 4 kişi yedik ama bitiremedik). Ayrıca kabak çekirdeği yağı ile yaptıkları çok güzel bir patates salataları var. Onu da tavsiye ediyorum. Ancak, bizim yedikten sonra farkettiğimiz bir şey var; bu şinitzeller domuz eti. 8D Haberiniz olsun (ben de onu zaten duvardaki posterlere bakarken keşfettim, ama tahmin de ediyordum =p). Yemek sonrası şehri gezip otele döndük.

Ertesi gün şehirde turladık kendi başımıza. KarlsKirsche'e gittik. Açıkçası duvar boyamaları tek kelime ile MUHTEŞEMDİ!! Adamlar ışık ve gölgeyi o kadar güzel vermişlerdi ki, orada olmadığı halde içe göçük bir bölme olduğunu ve orada kocaman bir heykel olduğunu düşünüyordunuz. Onun dışında gene tepeye çıkmak mümkündü ama Estergom'daki gibi açık hava değil, kulenin içiydi buradaki tepe. Ayrıca yukarı çıkan iskele acayip sallanıyordu.

Gezi sonrası iki paragraf önce bahsettiğim hotdoglardan yedik. Hava yağmurlu ve serin olduğu için birer ceket satın aldık ve şarapevlerinin olduğu kısıma gittik... Hmm... Adını anımsayamadım. Meyhaneler var böyle orada hatta hep. Anımsadığımda belirtirim onu. Orada birine yol sorduk, bize güzel bir yer tarif etti. Eski taverna tipinde bir yerdi, canlı akordeon ve keman ile müzik vardı. Açık büfe ya da normal sipariş verebiliyordunuz. Oranın olayı şarapların mekanın kendi ürünü olması ve ucuz olması. Zaten bu olay o bölgeye özgü [neydi adı ya...]. Hatta şey var ; Yılın yeni mahsül şarapları çıktığında kapıya çam iğnelerinden bir süs asılırmış. Bu, meyhanenin o seneki şaraplarını görücüye çıkardığı, tadımların yapılabildiğine işaretmiş. Bunu yeni yazacağım hikayede kullanmayı planlıyorum.

[Mekanın adı Betty Boop -yani ablam- tarafından hatırlatıldı! Grinzig!]

Sonrasında yine maceralı bir kaboluştan sonra eve dönüş...

Ertesi gün uzun bir yolculuktan sonra Prag'a vardık. Yine otobüsle yapılan bir yolculuğun ardından şehirde Prag kalesini, Kafka Müzesini, Oyuncak Müzesini gezdik (içlerine giremedik gerçi, önlerinden geçtik zaman sorunsalı yüzünden). Başka ne yaptık anımsamıyorum. Gezinin sonlarına doğru o kadar yorgundum ki (sabahtan gece yarısına kadar sadece yürüdüğümüz için... Hatta son gün hasta oldum :( ). Onun için Prag anılarını gün gün yazmak yerine karışık olarak yazacağım.

Prag'a dair hatırladığım şeyler arasında Barut Kulesi, ve Charles Köprüsü var. Charles köprüsündeki orjinal heykelin altın yerine dokunduğunuzda bir dileğinizin gerçek olduğu ya da Prag'a tekrar döndüğünüze dair bir inanış var. Elbette dokunduk tabii =) O köprü üzerinde bir çok ama bir çok başka heykel vardı.

Kafka müzesinin önünde, kalçalarını sağa sola çevirerek havuza işeyen heykeller vardı.

Venice of Prague isimli mini tekne gezisi hoştu oldukça. Kısa ama tatlı bir gezi. Biraz kasarsanız aile indirimi yapıyorlar =D Dondurma ve bira da cabası :3

Celetna caddesi 16 numarada bir Ortaçağ Tavernası var. Gösteriler, müzikler, dekor, yemekler harika. Biraz pahalı da olsa, o ortamı yaşamak, o ortamı ve gösterilri görmek için o parayı vermek değer. Kılıçlı dansçılar, Yılanlı kadın, gayda-davul-zil ile yapılan ortaçağ/kelt müzikleri, çaytlayana kadar gelen sınırsız yemek... Süper bir geceydi <3

Alfons Mucha sergisi! Evet! Gerçekten çok mutluyum o sergiye girebildiğim için. Adamın Art Nouveau posterleri muhteşem ve ilham verici. Kendime bookmarklar ve bir postakartı aldım oradan <3>

Astronomik Saat Kulesi. Kulenin tepesindeki borazancı şövalye arkadaşlar. Çok steampunk bir görünümü vardı saatin. Hikayeye göre bu saati yaptıran kral, saatçinin gözlerine mil çektirmiş bir daha bundan yapamasın diye. Saatçi de kuleden kendini saatin üzerine atarak intihar etmiş ve saat yakın bir tarihte tamir edilene kadar çalışmamış.

Vaktiniz olursa Kutna Hora'ya gidin. Orada kurukafa kilisesi var, görülmeye değer bir yer. Ancak orada yol sorarken özellikle St. Barbara kilisesini aramadığınızı belirtin çünkü alakasız bir yere yönlendiriyorlar sizi. Ve tabii ki taksi yok. Duraktan çağırmanız gerek. Kutna Hora'daki Kostniche [Kostniçe derseniz gösterirler hatta bakın =) )Veba salgını ve iç savaşta ölen binlerde insanın cesetlerinin depolandığı bir yermiş. Daha sonra oradaki iskeletlerle kilise süslenmiş, artanlar istiflenmiş. Oldukça ilgi çekici bir yer, biraz da sinir bozucu.

Size muhtemelen Karlovy Vary'den Kristal ve Cam almanız öğütlenecektir ama kanmayın, kazık orası da. Kutna Hora'da bulacağınız ucuz kristalleri alın!

Karlovy Vary, 12 adet doğal kaynak suyu ile ünlü. Hikaye o ki bu 12 kaynaktan da su içen daha sağlıklı olup şifa bulurmuş. Herkes içiyor ama siz içmeyin, tadı iğrenç. Çok çok çok iğrenç. Bizim niye içemeden tükürdüğümüzü anlamadılar.

Su demişken; tur boyunca sudan çok bira içtim. Neden? Suyu tadı İĞRENÇ!! Ayrıca su biradan pahalı! Bira daha ucuz! xD Göbekler şişti tabi.

Başka başka? Prag'da bol bol arı var. Ne viyana ne Prag'da otobüs-metro biletlerini kontrol etmiyorlar [Pragda 2 kere kontrol edildi ama. Sadece o kadar]. Ayrıca Viyana'daki lunaparkta bir korku tünelinin bannerında nightelfleri gördüm. Onun da fotosunu çektim, paylaşacağım 8D Heheh.[Betty diyor ki oranın adı Prater].

[Betty ekliyor]: Viyana'da otelden ilk çıktığımız sabah yolda yürüyüp tren istasyonuna giderken yere bakıyordum ben. Babam o sırada kapşunun takmış ellerini birbirine sürterek "Blend in Crowd" modunda yürüyor, annem donuyor, Ablam ise fotoğraf çekmekle uğraşıyordu. Sonra yerde gördüğüm garip meyveye bakmak için eğildim. Hayır bu bir meyve değildi; kıpırdıyordu! Ama o kadar çok vardı ki! Tüm kaldırım bu ince uzun, kahverengi şeyle doluydu! Sümüklüböcekler/sülükler yolu istila etmişti! Omg! xD Sonra o yolun adı Sülüklü Yol kaldı =p

Bi de; Prater'deki Dean Jr. ismini verdiğimiz taş abi vardı.

Ayrıca Viyana'da gece kaybolduğumuzda, yere kocaman çizilmiş yaya işaretinin üstüne yatıp foto çekindik xD Über komikti XD

Uhm, sanırım bu kadar. Prag'da geçirdiğimiz güzel zamanın ardından İstanbul'a döndük, ordan evimize. Ben hemen ardından Ankara'ya göç ettim ama o başka bir yazıya.

Ha, K.O.G.'u 3 şehirde de gördüm! Maceralarını yarın görebileceksiniz, ısrarla isteyin!

Sevgiler.